Merzifon, Türkiye (Bölüm II)

Merak, sessizlik, yalnızlık, terk edilmişlik, huzur ve diğer garip duygular. Hepsi kimsenin olmadığı yerlere gitmem için beni tahrik ediyor. İşte yine karşımdalar. Kilidi olmayan bir kapı ve hemen yanında bir kapı daha. Harikalar Diyarı için giriş biletimi bugün de buldum. Beyaz tavşanın ardından içeri dalıyorum...










İlk izlenim heves kırıcı. Kışın yakmak için kırılmış odun parçaları, kömür çuvalları hala taze duruyor. Bu sefer terk edilmiş bir yer bulamadım. Burası sadece eski. Ama yeterince eski! İnsanı rahatsız edecek kadar çok örümcek ağı etrafı sarmış. Her adımımda yüzüme yapışıyorlar. Gıcırdayan ahşap zemine rağmen bir yerlere tutunmaktan kaçınıyorum. Yan odaya geçince ilk tarihi eser beni karşılıyor. Bir metrelik küpler yere öylece atılmış. İçlerindeki teneke kutuları görüyorum. Bir tanesini çıkarıp yakından incelemeye cesaretim yetmiyor. Hangi mahlukat acaba bunların içine yuva yapmış? Gökkuşağının altındaki altın dolu küp de olsa elimi oraya sokamıyorum. Arkamı dönünce avuç büyüklüğünde bir örümcek tavandan sarkıp bana bakıyor. Duvara dayanmış uzun ince bir tablo görüyorum. Boğaz'ın panoramik görüntüsü eskiden de büyüleyiciymiş. Diğer odaya geçiyorum...








Bir düzine taze kesilmiş kuş kafası ve koca bir kanca karşımda duruyor. Tüylerim diken diken oluyor. Bunların sahibi gelmeden ayrılmak istiyorum. Kirişlere tutturulmuş eski bir ahşap kafesi ve duvardaki dikenleri telleri geçip çıkış kapısına gidiyorum. Özgürlükle aramda sadece ince birkaç tahta parçası duruyor. Ama kapı kilitli! Girdiğim yerden çıkmak zorundayım. Bütün örümcek ağları, hayvan parçaları ve toz bulutu yine beni bekliyor. Tek eksik eli satırlı bir seri katil. Korku filmlerini düşünmeden ilerliyorum. Kirişlere sırayla çakılmış dev çivilere kimin ne astığı sorgulamadan odunluğa dönüyorum. Koridorun sonunda bir merdiven gözüküyor. İlk girdiğimde oraya bakmadığım için kaçırmış olmalıyım. Her şeyi unutup cesaretimi topluyorum ve alt kata iniyorum...





Yıllardır birikmiş kalın toz tabakası ayakkabımı kaydırıyor. Düşmemek için duvara iyice sokuluyorum. Alt kat da terk edilmiş eşya ile dolu. Taş zeminin verdiği güvenle hızlıca etrafı geziyorum. Duvara dayanmış bir çift kar ayakkabısı dikkatimi çekiyor. Tamamen kurumuş derisinden evdeki diğer her şey gibi eski olduğunu anlıyorum. Üzerindeki oymaları okumaya çalışıyorum. Güzel fotoğraflarını çekebilmek için ayakkabıları yüklenip dışarı çıkmaya karar veriyorum...





C. A. Lund & Co. Laconia N. H. 1944. İnternette hızlı bir araştırmayla ayakkabıların Amerika'nın kuzeydoğusunda, o zamanlar 14.000 nüfusa sahip Laconia kasabasında üretildiğini buluyorum. İkinci Dünya Savaşı milyonların canını almışken, on milyonlarca asker hala cephedeyken yapılmış bu ayakkabılar karşımda duruyor. Bu modelin 1945'te İtalya'da Almanlarla savaşan 10. Dağ Tümeni'ne (10th Mountain Division) dağıtıldığını öğreniyorum. Laconia'dan Virginia'ya, oradan Napoli'ye ve Toskana'ya ve en nihayetinde Amasya'nın Merzifon ilçesine, unutulmuş bir sokağının hepten unutulmuş bir evindeki bodrum katına giden bu ayakkabılar öylece karşımda duruyor. Bu anlamsız yolculuğun nasıl geliştiğini kestiremiyorum. Tarihin akışını daha da bozmamak için ayakkabıları bulduğum gibi bırakıp çıkıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder