Kotor, Karadağ

Kotor'da eski şehrin içini karış karış gezip bitirince bir sonraki etkinlik olarak tepelerdeki surları gözüme kestirmiştim. Patika yolun başındaki gişelere gelince görevli bir hanım kulubesinden fırlayıp vasat İngilizcesiyle girişin yasak olduğunu, kaygan yolun çok tehlikeli olduğunu ve beni içeri alamayacağını söyledi. Yıllardır her haftasonu dağ bayır gezen biri olarak tırmanışın hiç de sıkıntılı olmayacağını kolaylıkla görebiliyordum ama görevliyi bir türlü ikna edemedim. Yürüyüş botlarımı, outdoor kıyafetlerimi, kol kaslarımı gösterip ben dağcıyım, her türlü engeli aşarım diye ısrar ettiysem de nafile. Kadın yazın mutlaka tekrar gelmemi öğütleyip, surların ne kadar güzel olduğunu anlattı. Hayal kırıklığı ve hafif kızgınlıkla dönmek zorunda kaldım. Eski şehirde yapacak bir şey kalmadığından Kotor'a ilk vardığımda gördüğüm, otogarın tam karşısındaki terk edilmiş fabrikayı gezmeye karar verdim. Bitmek bilmeyen sonbahar yağmurları hakikaten bitmemesine rağmen şehir içinde ilgi çekici mekanlar için gözümü açık tutarak ilerliyordum. Mevsim itibariyle sokaklarda turist yoktu, yoğun yağmur da yerlileri eve kapatmıştı. Sakinliğin ve yağmur sesinin tadını çıkartıyordum...






Ta ki Hotel Fjord bütün ihtişamıyla karşımda dikilene kadar! Terk edilmiş bu koca binayı görünce kalp atışlarım ve eş zamanlı olarak adımlarım da istemdışı hızlandılar. Etrafında herhangi bir çit olmadığı için kolaylıkla binaya yaklaştım ve bulduğum her kapıyı zorlamaya başladım. Kirlenmiş camların ardından kapalı yüzme havuzunu ve barını seçebiliyordum. Bir içeri girebilsem şeker dükkanındaki çocuklar gibi şen olacaktım. Ama her kapı yüzüme kapanıyordu, hepsi kilitliydi. Umudumu kaybetmek üzereyken tenis kortunun girişindeki asma kilidi fark ettim. Anahtar üstünde unutulmuştu! Kapıyı açıp içeri girdim, üstüme kilitleyen olursa diye anahtarı cebime atıp tesisin derinliklerini araştırmaya koyuldum...






Kortun duvarlarına şiddet görmüş yamuk yumuk raketler ve yarışmalara ait bildiriler iliştirilmişti. Depoya benzer yere doğru ilerleyince hiç zorlanmadan kapısını açmayı başardım. Kapı kolunu aşağı doğru çevirip klik sesini duyunca cennetin kapılarından girecekmiş gibi heyecanlanmıştım. Penceresiz odada ışıkları açmayı başaramayınca yavaş yavaş yürümeye başladım. Soyunma odasını bulmuştum. Önce içi boş kilitli dolaplar, banklar, sonra tuvaletler, duşlar ve nihayetinde eşya deposu. Odanın tesisle herhangi bir bağlantısı yoktu. Fotoğraf makinemin ekranından yansıyan yetersiz ışıkla etrafı bir daha dolandım ama otele girebileceğim bir kapı bulamadım. Hayal kırıklığı ile kortlardan çıkmaya karar verdim. Girişteki asma kilidi açtım, dışarı çıktım, tekrar kilidi taktım. Biraz düşündükten sonra anahtarı trofi olarak cebime attım...






Kort çıkışında genç bir kız bağıra çağıra telefonda konuşuyordu. Beni görünce duraksadı, ben de onu görünce duraksadım. Kısa bir bakışmanın ardından birbirimize zarar vermeyeceğimize kanaat getirip işimize devam ettik. Tesisin bu tarafında daha çok kapı vardı yani içeri girmek için daha çok şans! Gerçekten de şansıma bu kapıların kilitleri bile yoktu. Önlerine büyük taş parçaları yığılmış ve rüzgarda açılıp sokak hayvanlarına yuva olması önlenmek istenmişti. Taşları kenara itip teker teker kontrol ettim. Hepsi küçük küçük odalar, kazan daireleriydi. Bir şeyleri patlatmamak için vanalara ellemedim. Binanın içine geçit bulamayınca taşları tekrar dizip tesisin öbür tarafına dolanmaya başladım. Bu sefer telefondaki kızın yanında bir erkek vardı. Kız hala aynı şiddetle bağırıyordu, oğlan hiç sesini çıkartmadı. Beni fark etmediler, yanlarından geçip gittim...






Otelin asıl girişini keşfetmiştim. İşlek bir caddeye bakıyor olmasına rağmen kimse burayla ilgilenmiyordu. Etrafta güvenlik kulubesi de görmedim. Belki açık bir yerler bulurum ümidiyle hızla merdivenleri çıkıp büyük giriş kapısına geldim. Fotoğraf çektikten sonra kapıyı yoklamak üzere bir iki adım attım. İçeride bir güvenlik görevlisi oturuyordu. Beni görmesine rağmen hiç istifini bozmadı. Bir iki saniye göz göze kaldıktan sonra içeri girmeme müsade etmeyecek birisi olduğuna kanaat getirdim ve şansımı denemeden tesisi terk ettim...






Hotel Fjord'un hemen yanında Jugooceanija'nın terk edilmiş merkez binası duruyordu. Burayı da hızlıca dolaştım ve arka taraflarda herhangi bir giriş bulamadım. Tek seçenek ana girişi kullanmaktı. Fakat tam kapının önünde camları açık bir araç bulunduğu için pek şansımın olmadığını kestirebiliyordum. Yine de fotoğraf çekerek girişe yaklaştım. Arabanın da fotoğrafını çekince binadan hemen birisi çıktı. Kibarca bir şeyler söyledi, Türkçe cevap verdim. "Aaa tourist, ok! Goodbye, goodbye!" diye sayıklayarak binaya döndü. Tek giriş imkanım da artık imkansızdı. Asıl hedefim olan fabrikaya doğru yol almaya başladım...






Fabrikaya geldiğimde dün de karşılaşmış olduğum üç kişiyi gördüm. Kılık kıyafetleri ve kokularından evsiz oldukları belli bu üç kişi dün otogardan çıkınca beni bir süpermarkete kadar takip etmişlerdi. Meyve suyu, meyveli yoğurt ve börekten oluşan kahvaltımı alıp marketten çıktığımda bu elemanların ortadan kaybolduğunu mutlulukla tecrübe etmiştim. Şimdi fabrikanın yakınında yere oturmuş konuşuyorlardı. Yüzü bana dönük olanla göz göze geldim. O bana bakınca diğer ikisi de kafalarını çevirdiler. Şansımı zorlamadım ve eski şehre döndüm. Muhtemelen korkup kaçtığım için arkamdan çok gülmüşlerdir. Ben de kendi halime gülüp eğlendim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder